Hareket saati gece 01:30 daki otobüsümüze yetişmek için saat 01:10 gibi terminale ayak basar basmaz şu anonsla irkildik: “Hareket yönü İzmir olan 22:30 aracı terminalimize giriş yapmıştır.” Nee? Saat 01:10 ve 22:30 aracı daha yeni mi geliyor? ..çtık!!!
Aslında çok da üzülmemiştim, çünkü öğrencilik yıllarımdan beri özellikle bayram yolculukları öncesi otobüs terminallerinde beklemekten keyif alırdım. Bu esnada kitap okurdum, diğer yola çıkacaklarla sohbet ederdim, yeni arkadaşlar edinirdim, eskiden sigara da içerdim.
Hava serindi ve otobüsümüzün gelmesi en iyi ihtimalle 1,5-2 saati bulacaktı. Terminalin açık alanında haddinden fazla yolcu, eşya ve valizleriyle birlikte bekliyordu. İçeriye gireyim dedim, birkaç adım ancak ilerleyebildim. Adım atılmıyordu. İnsanlar dışarda beklemek yerine içerde valizlerinin üstünde ya da yerde oturmaya hatta ayakta durmaya bile razılardı. Eşimle birlikte dışardaki banklardan birinde yer bulduk ancak burada 2 saat beklemek bayramı yatakta geçirmemize sebep olabilirdi. Aklıma yakınlarda bir cafede hatta dönüp evde beklemek bile geldi. Ancak yakınlarda cafe yoktu, olsa da saat çok geçti. Üstelik aracın ne zaman geleceğini bilemiyorduk.
Ne yapacağımızı düşünürken yanımdaki kadının kucağındaki bebeğini sallayarak ısıtmaya çalıştığını farkettim. Çocuk pembe bir gocuğun içinde beyaz bir atkıyla sarıp sarmalanmıştı ama hava kesinlikle ona göre değildi. Beraber oldukları belli olan yanındaki kadına sordum:
“Abla yolculuk nereye? “
“Zonguldak.”
“Otobüsünüz kaçta?”
“01:00 deydi, daha gelmedi.”
“Ne zamandır bekliyorsunuz?”
“Yarım saattir burdayız.”
“Bu çocuk hasta olur burada, içeri girin.”
“Oturacak yer yok içeride.”
“Abla siz şu eşyalara göz kulak olun, biz eşimle içeri bir bakalım, yer bulunca seni çağırırım”
Beş dakika kadar önce hınca hınç dolu, oksijensiz ve gürültülü o ortama eşimle beraber dönerken bir kişilik yer bulabileceğimi düşündüm. Düşündüm derken, hani bazen “içime doğdu”, “içimden bir ses dedi ki…” gibi ifadelerle anlatmaya çalıştığımız şey vardır ya. İşte ondan bahsediyorum. O esnadan tepemdeki düşünce balonunda ardı ardına şunlar yanıp sönüyordu: “Artık o bir kişilik yere kadıncağızı oturturuz. Eşim de yeni yer boşalana kadar ayakta bekler. Gerçi kız bugün baya yoruldu, üzerinde zaten kırgınlık da var. Ya da onu oturtsam da kadın için yeni bir yerin boşalmasını mı beklesek. Acaba oturanlardan birine ‘dışarda bebekli bir bayan var ona yer verir misiniz?’ diye sorsak… Yok artık daha neler…”
Ben bunları düşünürken kapıya yaklaştık, tam içeri girer girmez bir hareketlilik oldu, içerde bekleme koltuklarında oturan ve birlikte oldukları belli olan bir kız ve erkek ayağa kalktı. Erkek yerinden fırladı, kız tekrar oturdu. Bir an, en azından ben bebekli kadını çağırana kadar kapılmaması için boşalan koltuğa otursun diye eşimi resmen sürükledim. Tam koltuğun başına vardık, kız da ve arkadaşının peşinden gitti. Tam bir “körün istediği bir göz…” vaziyeti. Hemen kadının yanına koştum: “Abla çabuk gel, sana yer buldum.”
Kadıncağız, kucağında çocukla birlikte peşimden geldi, eşimin yanına oturttum. Onları başbaşa bırakıp dışarıdaki eşyalarımın başına gidip çocuklu kadının beraberindeki ablanın yanına oturdum. İçimde büyük bir huzur vardı. O huzurla çantamdan kitabımı çıkardım, okumaya başladım. On dakika içinde önce ellerim, sonra deri ceketimin kapanmayan yakalarından giren soğukla boynum üşümeye başladı.
Geldiğimizden beri neredeyse yarım saat geçmişti ve terminaldeki yoğunluk kısmen azalmıştı. Çantaları alıp içeriye girmeye karar verdim. Şimdi içerde de boş koltuk olmasa bile en azından yerlerde oturanlar kalkmış, biraz daha yer açılmıştı. Eşyaları görebileceğim bir yere bıraktıktan sonra eşimin yanına geldim. Yanındaki abla çocuğun üzerindeki gocuğu çıkarmış elinde tutuyordu. Çocuk da ortadaki daracık alanda elinde çubuk krakerle etrafa gülücükler saçıyordu.
1,5 yaşındaki kız çocuğunun yüz ifadesi ve gülüşü amcamın büyük kızının bebekliğine çok benziyordu. Önce birazcık uzaktan ayakta izledim. O kadar tatlı gülüyordu ki! Sonra eşimin karşısındaki koltuk boşalınca kızın annesi oraya geçti, ben de hemen eşimin yanına oturdum ve küçük sevimli kızı kucakladım.
“Merhaba, tanışalım mı senle, adın ne bakalım senin?”
Küçük kız sorularıma cevap vermiyor ama acayip sevimli şekilde gülümsüyordu. Soruma annesi cevap verdi: “Sümeyra.”
Birden elimin tersiyle alnına dokunma ihtiyacı hissettim. Keyfi yerinde görünüyordu ama acaba ateşi var mıydı? Niyetimi anlayan annesi yine cevap verdi: “Yediklerini çıkartınca rahatladı.”
Zavallı kız, demek ki az önce istifra etmişti. Elbisesindeki yer yer ıslaklılar da kirlenen üzerini temizlenirken olmuştu sanırım. Gerçekten rahatlamış olacak ki; yüzündeki ifade hiç yarım saat önce istifra etmiş birininkine benzemiyordu. Bir ara kucağımdan inmeye çalıştı ama az önce okumaya çalıştığım kalın kitabımla dikkatini çekmeyi başardım. Kitap 400 sayfalık fantastik bir roman serisinin ikinci kitabıydı ve ilkini o kadar aratıyordu ki. Sadece kapağındaki garip kuş resmi dışında bir çocuğun ilgisini çekecek hiçbir özelliği yoktu. Ben de şöyle bir yöntem denedim: Kitabı kapalı halde tutup sayfalarının uçlarını başparmağımla bir çırpıda “fırrrrrtttt” diye Sümeyra’nın yüzüne tutup hafif bir esinti sağladım. Aman Allah’ım! O kadar hoşuna gitti ki kaç kere yaptıysam her seferinde o tatlı gülücükler, küçük dişlerinin arasından çıkan kikirtilerle küçük kahkahacıklara dönüşüyordu.
O kalabalık, havasız, sıkıcı ortamda sık sık yoklayan uykumdan eser kalmamıştı. Sümeyra’yı o kadar çok benimsemiştim ki kendi kardeşim, yeğenim hatta kızım olsa, oracıkta bu kadar ilgilenirdim herhalde. Bu sırada birden şu anonsu duyduk:
“Kütahya, Afyon, Denizli yönüne hareket edececk 01:30 aracı terminalimize girmiştir.”
Eşimle bir an göz göze geldik! Evet, tam 1,5 saatir beklediğimiz an gelmişti. Hangi ara çocuğu kucağımdan indirdim, hangi ara valizleri yüklendim, bagaja koydurttum, hangi ara otobüse binip yerime oturdum, bilmiyorum. Herşey birkaç dakikada oldu bitti! Ve zaten geç kalmış olan otobüs, terminalden yolcuları alır almaz hareket etti.
Sonra bir an Sümeyra’nın kucağımdan apar topar inerken ağladığını ve annesinin “hadi bay bay de abiye kızım” dediğini hatırladım. Bir an içimden bir şey kaydı gitti. Keşke o eşsiz gülümseyişin bir resmini çekebilseydim. En azından ayrılmadan önce ‘hoşçakal’ deyip yanağına bir öpücük kondurabilseydim. Ama dakikalardır birlikte oynadığımız Sümeyra ile vedalaşmak için birkaç saniye bile ayırmayı düşünemedim. Sümeyra biraz daha büyük olsa, birlikte saatlerce uğraşıp iskambil kağıtlarından bir kule yapsak ve ben bir parmak darbesiyle devirip ardıma bakmadan çekip gitsem belki aynı etkiyi yapardı.
Bilmiyorum, belki de abartıyorum! Ama ne var ki; o an aklıma geldiğinde içim burkuluyor. Biliyorum ne o, ne de annesi bu yazıyı okumayacak ama olsun, ben yine de planladığım gibi bitireceğim:
Çok özür dilerim Sümeyra!